18 Kasım 2006

Çatışma

Çatışmanın birden fazla tetikleyicisi var ve bunların en önemli 3 tanesi :

1. Fikirsel Nedenler : Fikirlerin tümüyle ya da önemli bir kısmının uyumsuzluğundan kaynaklanan çatışmalar.

2. Kişisel Nedenler : Kişisel uyumsuzluklar ve çekişmelerden kaynaklanan çatışmalar. Bunlar birbirini sevmeme, statü çekişmesi, çıkar çatışması gibi alt nedenlerden kaynaklanır.

3. Gruba Ait Olma : Siyasi çatışmalar, Dini çatışmalar, Askeri çatışmalar(savaşlar) gibi dünyamızdaki en büyük sorunların kaynağı grup çatışmalarıdır. Grup çatışmalarını bu kadar geniş çaplı yapan şey ; insanların kendi savundukları görüşü sorgulamıyor olmalarıdır. Kişi ; kendi grubunda kaldığı süre içerisinde aksi görüşlere kulaklarını tıkarlar, dinlemek bile istemezler. Bir askerin düşman askeri ile tartışması ya da bir güçlü inançlara sahip bir müslümanın hristiyan bir kişi ile tartışması bile mümkün değildir. Grup çatışmalarında grup elemanları direkt olarak diyalog kurdukları nadir görülür. Bu tür durumlarda yaşanan çatışmaların boyutları büyüktür.

Başlıca çatışma nedenlerini tanımladıktan sonra bunları çözümlemek kalıyor geriye. Biz genellikle önce başkalarının çatışmalarını çözümlemeye çalışırız. Bu çözümleme çevremizdeki ya da dünyadaki çatışmaları önlemekten çok kendi yaşadıklarımızı çözümlemek boyutunda olmalı.

İşe yarayabilecek çözümler:

1. Fikirsel Çatışmaların Çözümleri :
  • Aşırı güvenden kurtulmak : Herzaman karşıdaki fikrin "doğru olabileceği ihtimali"ni düşünüp fikirlerimizde esnek olmalıyız. Bunu zamanında farkedecek kadar esnek değilsek sonradan kabul ettiğimizde çok geç olabilir.
  • Yetersiz güvenden kurtulmak : Haklı olduğumuzda ses çıkaramamak bunu içimize atmamıza ve daha sonra bunu farklı bir çatışmada belki daha da sert dışa vurmamıza neden olabilir. Herzaman haksız durumunda olmak kişiliğimize zarar verecektir. Bu dengeyi ayarlamalıyız.
2. Kişisel Çatışmaların Çözümleri :
  • Sevgi Kırıntıları : Günümüzde olmayan bir kavram. İnsan sevgisinden bahsedildiğinde "o da neymiş?!" , "olur mu öyle şey?!" tarzında sonuçlar alınıyor. Oysa ki bir insandan nefret eden hiçbir insanı sevemez. Nefret edebilme potansiyeli oldukça bir gün bu potansiyelimizi hayatımızdan en sevdiğimiz kişiye bile sergilememiz kaçınılmaz.
  • Hoşgörü : İnsanların hareketlerini çoğu zaman yanlış değerlendiriyoruz. Hareketlerini beğenmediğimiz bir insanın bunu yapmasının mutlaka bir nedeni vardır. Hiç kimseye kin beslememeliyiz.
  • Kendine Güven : Fikirsel çatışmalarda olduğu gibi kişisel çatışmalarda da en önemli çözümlerden birisi kendine güven. Kendine güven her azına geleni söylemek fikirlerini gözü kapalı savunmak değil. Sadece kendi zayıflıklarını bilen ve kabul eden bir insan kendine güvenli olabilir. Bize bir suçlamada bulunulduğunda kendimize güvenmiyorsak öfkelenip kendimizi savunmaya çalışırız. Kendinden emin bir insan ise çoğu zaman bunu yapmaya dahi çalışmaz. Savunulması gereken durumlarda ise öfkelenmeden ve karşısındakini de sinirlendirmeden tüm durumları geçiştirebilir.
3. Grup Çatışmaların Çözümleri :
  • Grup-Sürü Ayrımı : Eğer elimizdeyse gruba sürü anlayışıyla bakmamak en büyük çözüm. Bir asker için bu münkün değil. Ancak bunun dışında bulunduğumuz toplumsal grupların bize sunduklarını bir paket olarak satın alarak değil kendi değerlendirmelerimizden sonra kabullenmeliyiz. Ancak maalesef Orhan Pamuk konusunda, Avrupa Birliği konusunda, Kürt sorununda, Ermeni sorununda, Türban konusunda, Amerika karşıtlığında ne olursa olsun kendi düşüncelerimizi oluşturmuyor toplumsal hareket ne yöndeyse o yönde fikrimizi söylüyoruz. Hem de kendi fikrimizmiş gibi bağıra bağıra söylüyoruz. Sürüden ayrılmak için :
    • Yeterli düzeyde bilgi edinmeli
    • Bizi birey yapacak olan "farklı fikirlerimizi" oluşturmalıyız.
  • Karşı Grubu Değerlendirmek : Her grup kendini %100 haklı görmektedir. Karşı grubu ise %100 haksız görmektedir. Bu din konusunda da siyasal konularda da akla gelen her konuda böyledir. Ancak unutulmamalıdır her grubun doğru söylüyor olabileceği çok az da olsa birkaç nokta olabilir. Bunları görebilmek, görüşümüzün hem zayıf yönlerini hem güçlü yönlerini değerlendirebilmek için çok önemlidir.
Bu çözümleri karşımızdakilere ya da karşı gruba değil "kendimize" uygulamamız gerekiyor. Hatta "Önce kendimize" değil, "Sadece kendimize". Biz kendi bakış açımızı değiştirdiğimizde çevremizdekiler hatta karşıt görüşteki insanlar bile hiç ummadığımız kadar hızlı değişeceklerdir.

29 Aralık 2005

Rüya 2 ( Uyanmak)

Birçok kaynak der ki; beynimiz bir bilgisayardır ve biz onu programlarız. Daha sonra beynimiz, onu nasıl programladıysak öyle çalışır. Fakat bilgisayar programlarının kötü bir yanı vardır. Program kodları o kadar karışık ve anlaşılmazdır ki, bir kere programlandıktan sonra onu yazan kişinin bile düzeltmesi çok zordur.

Bu yüzden; daha orta yaşlara bile gelmeden, programı tamamlandı varsayarız. Artık hiçbir değişiklik yapılmaması gerektiğine karar veririz. Bu kararı verdiğimiz nokta hayatımızın dönüm noktasıdır. Artık biz biz değilizdir. Programını biz ya da bir başkası yazmış olsun ; bir bilgisayar tarafından yönetiliyoruzdur ve çoğu zaman yaşadığımızı bile farketmiyor hale gelebiliriz.

Aynı durumlara aynı tepkiler, Aynı günlerde aynı işler, Aynı saatlerde aynı diziler, Aynı vücutta aynı tepkiler, aynı duygular, aynı kızgınlıklar. Hatta "değişmek" korkulan bir kelime haline gelir bizim için. "Sen değişmişsin" deriz. Tanıdığımız kişiler bizim gibi aynı kalsın isteriz. Çünkü onlar değişirse bizim onlar için yazdığımız program işe yaramaz hale gelir. Ya tamamen atmamız ya da programın o kısmını yeniden oluşturmak için çaba göstermemiz gerekecektir.

Gözlere dahi bir perde inmiştir. Artık görme işlevini alıcı sensörler gerçekleştiriyordur. Fakat daha 4-5 yaşındaki bir çocuğun görebildiği şeyleri, artık biz göremiyoruzdur...

Durum biraz karamsar görünmeye başladı. Bu yüzden biraz daha somutlaştırmaya çalışacağım :

- İnsan belirli bir yaşta bilinç yerine bilinç altı ile yaşamaya başlıyor. Bunun belirtileri :
a) Kendi davranışlarının nedenini açıklayamamak.
b) Hatalarını farketmemek
c) Gelişme isteği duymamak
d) Nedensiz üzüntüler
gibi durumlar olabilir olabilir.

- Bundan kurtulmanın yolları
a) Belirli aralıklar ile düşüncelerini bilinç düzeyinde odaklamak
b) Belirli bir nesne ya da nokta üzerinde odaklanmak
c) Sürekli etrafımızda olan nesnelere daha yakından bakmak. Mesela masanın ahşap dokusu nasılmış. Şu kalemin plastik kısmı böylemiymiş. Belki yıllardır önümüzde duran ama hakkında hiçbirşey bilmediğimiz, göremediğimiz canlı/cansız varlıkları farketmek.

...gibi sabit programın durmasını ve tekrar "bizim" devreye girmemizi sağlayacak herhangi bir eylem. Meditasyon,yoga veya ibadet bu görevi gören örnekler olabilir. Fakat bunlar tek başına böyle bir durumdan kurtulmaya yetiyor mu ; çok zor. Birşeyler daha olmalı...

04 Kasım 2005

Rüya

Ben de herkes gibi uyurum. Ama akşamları uyuduğumuz uykudan bahsetmiyorum. Gözlerim açıkken uyurum. Yani, hiç uyanmam aslında. Bazen bu halimi farkedip çok derin bir uykudan uyanıyormuş gibi hissediyorum. Ama yapacak hiçbir şey yok. Birkaç dakika içinde tekrar derin bir uykuya dalacağım. Benim kontrol ettiğimi "sandığım" bir hayata devam edeceğim. Peki bu uyku halinden kurtulmak mümkün değil miydi ? Bu uyku haline girmemeyi başarabilen insanlar var mıydı dünya üzerinde ? Off ne kadar zor bir iş. Düşünme ve uyumaya devam et diyor içimden bir ses... Uyursam gerçekten de şuanki huzursuzluğumdan kurtulup rahat uykuma devam edeceğim. Rüyada yaşamak en rahatı. Tek bir kötü yanı var ; insanlar rüyalarını kontrol edemez. Bir film gibi izler sadece. Gerçek hayat da böyle. Hepimiz uyuyoruz ve izliyoruz. Kendimiz üzerinde hiçbir kontrolümüz yok. Ama biz herşey kontrolümüz altında zannediyoruz, tıpkı rüyalarımızdaki gibi...

05 Ekim 2005

İlişkilerin Kırılganlığı

Şunu farkeder gibi oldum geçen gün : Bu insan ilişkileri sandığımdan da kırılgandı. Belki de farketmeden söylenmiş bir cümle, bir bakış bile iki insanın arasını bozmaya yetiyor hepimiz için. Bizler ise sevdiklerimizle hergün ya da en iyi ihtimalle her hafta bir olumsuz deneyim yaşıyoruz. Buradaki kritik nokta "Bunların hiçbirinin geçici olmayışı". Her bir olumsuz deneyimimizi beynimizin bir kısmında yıllarca saklıyoruz. Sevdiğim herhangi bir insanla bugün yaptığım saçma sapan, küçük, ikimizin bile önemsemediği 3 dakikalık bir tartışma belki zihnimde 5 yıl kalıcak. Ve ben seneye başka bir zaman bunu hatırlayıp karşımdakine de hatırlatacağım. "Bak sen bana geçen sene de bunu yapmıştın, şimdi de aynısını yapıyorsun" diyeceğim. Bu ve bunun gibi "rahatsızlıklarımla" ve "çözümleyemediğim, intikam deneyimleriyle" mi dolduruyordum kafamı hergün. Bunlarla doldurulacak kadar değersiz miydi zihnim ?

Sabah A bana günaydın dememiş, ben ona derim. Patron azarlamış, yazık, çok stresli yine demekki. Annem şunu yapmış, babam bunu yapmış, olur o kadar, söylerim bi daha dikkat ederler. B egosunun kurbanı olmuş, C'nin öfkesinden yanına yaklaşılmıyor. Benim bi dolu kötü huyum yok mu ? Çok mu farklıyım herkesden, çok mu özelim ki çevremdeki herkes kötü, ben iyi olayım. Bu durumda, "kimi" kırmaya hakkım var ki ?

19 Eylül 2005

Kişisel Konum

Kişisel konumun farkında olmak çok önemli. Bu insanın kendi içerisinde çelişkiye düşmesini tamamen engelliyor. Fakat yanlış ellerde kötü bir araca dönüşebilir. Örneğin bir hırsız mevcut seviyesinin ve sahip olduğu mevcut koşulların hırsızlık yapmasını gerektirdiğini ve bunu mümkün olan ilk fırsatta bırakacağını söyleyip vicdanını bir derece olsun rahatlatabiliyor ise bu pek iyi bir durum olmaz.

Sabırsız olmamı şuanki seviyemin sabırlı olmaya yeterli olmamasına bağlarsam bu hem kendi tutarlılığımı korumamı sağlar hem de bunu geliştirebileceğimi farketmiş olurum. Bunun alternatifi yani hepimizin çoğu zaman yaptığı daha basit bir yöntem ise kişiliğin bu şekilde sabitlenmesi. Eğer kişiliğim böyle ise (kişiliğimi kontrolüm dışında varsaydım) bu kendi içimde çelişkiye düşmemi engeller.

- Neden sabırsızım ?
- Çünkü kişiliğim bunu gerektiriyor.

Fakat burada tutarlılığı sağlamak için kişiliğimin kontrolüm altında olmadığını kabul etmem gerekti ki bu benim sabırsızlık özelliğimi değiştirmemi belki de hayatımın sonuna kadar engellemiş oldu.

Bu durumda zor fakat başarılı yöntem birinci yöntem. Neden zor çünkü egomu yenip belli bir konudaki zayıflığımı kendime itiraf edebilmeliyim :

- Ben dikkafalıyım ve bu bana sürekli problem yaratıyor. Biraz daha esnek hareket edebilmeliyim.
ya da
- Kendi fikirlerimden çok eminim, bu yüzden bazılarının arkamdan ukala diye bahsediyor. Biraz daha alçak gönüllü olabilirim.
ya da
- Çok öfkeliyim ve bu hem sağlığıma zararlı hem de çevremdekilerin huzurunu sürekli bozmama neden oluyor. Biraz daha hoşgörülü olmaya çalışmalıyım.

Bunlar çok temel hatalar. Ama hepimiz bu temel konularda bile yeterli bilinç seviyesine ulaşabilmiş değiliz.

Zayıflığımızı itiraf edip, hem yanlışımızı hem de bunun doğrusunun ne olduğunu kendimize itiraf edebilecek konuma ulaştıktan sonra zor yolun önemli bir kısmını tamamlamış oluyoruz.

Bu da "BEN"i biraz azaltıp, egoyu biraz bastırıp, Socrates'in ünlü sözünü sürekli hatırda bulundurmak anlamına geliyor...

29 Ağustos 2005

Kabbalah

Kabbalah, Qabalah ya da Türkçe' siyle Kabala ; kısaca Yahudi Mistisizmi. Daha açık bir anlatımla "Doğaüstü varlıklarla ilişki kurma sanatı."

Konunun kişisel gelişim ile alakasına gelince... Kabala bir kişisel gelişim yöntemi olarak gösteriliyor. Uygulamada ise kabala ; büyüye kadar uzanan eski öğretileri kapsıyor. Bunlar birçok insana çok çekici gelen ancak uygulayıcıları ve içeriği açısından "iyi" görünmeyen öğretiler.

Anlamı ve Tarihi

Kelime anlamı İbranice'de "almak, kabul etmek" anlamına geliyor. Birçok durumda "gelenek" kelimesi ile de aynı anlamda kullanılabiliyor.

Yahudi öğretilerinde Musa tanrıdan yazılı kanunları alırken, aynı zamanda bazı sözlü kanunları da aldı. Bu sözlü kanunlar "Kabbalah" olarak isimlendirilmektedir. Musanın MÖ. 13 ile 18.yy'lar arasında yaşadığı bilindiğine göre bu öğretinin de o kadar eski olduğuna inanılıyor. Kabala hakkında bulunan en eski yazıtlar MS. 1.yy'a ait. Kabala hakkında bilinen en geniş ve kabul gören kaynak ise 3. yy'da Moses de Leon isimli bir İspanyol Yahudisi tarafından yazılmış olan "Zohar" 'dır.

Kabala, 16.yy'da Batı Avrupa'nın ilgisini çekmeye ve yavaşça dünyanın geri kalanına yayılma sürecine başladı.

Prensipleri

Kabala bir çok yerde basit, sevimli hale getirilip insanın kendine dönmesi, varlık nedenini araştırması, evrenin başlangıcı gibi kavramlar ile bağdaştırılsa bile en temel dayanağı "büyü". Öğretide ilk önce felsefe sonra büyü yer alıyor. Birçok Kabalist organizasyon, Kabalanın sevimli yüzü olan felsefe yüzünü gösteriyor ve büyü ya da doğa üstü güçlerin kullanımı ile ilgili en küçük bir ipucu vermiyor. Basit felsefelerin kabulünden sonra yavaş yavaş doğa üstü güçlerin kullanımına geçiliyor ki ; her insan için çok etkileyici ve çekici gibi görünen bir bilgi.

İkinci aşama yani büyü öğretisi aşamasında Kabalistlerin, "öğrencilerini" büyünün iyi amaçlar için kullanıldığına inandırmaları gerekiyor. "Öğrenciler", ritüel uygulaması konusunda yetiştiriliyor ve gerçekleştirdikleri ritüel ve ayinlerde doğa üstü güçleri çağırıp belirli zorluklardan sonra bu güçleri kendi istekleri doğrultusunda yönlendirebiliyorlar. Öğrenci her aşamada daha güçlü bir doğa üstü varlığı emri altına almaya çalışıyor.

Uygulaması

Uygulamada Kabala tamamen ayinler ve ritüellerden oluşuyor. Kabala yolunda ilerlemeyi seçmiş öğrenciler gerekli durumlara uygun büyücü elbiseleri ve asaları yapıyor ya da internetteki çeşitli mağazalardan 200$-1500$ civarı fiyatlar ile satın alıyor. Bu giysi ve asaların diğer büyücüler tarafından çeşitli büyüler ile donatıldığı ve gerçekleştirilen ayinler sırasındaki enerjinin yoğunlaştırlmasına yardım ettiği iddia ediliyor.

Gerekli donanımını tamamlayan Kabala büyücüsü kendine çalışma ortamı olarak seçtiği mekanı rahatsız edilemeyeceği bir şekilde kilitledikten sonra zemine tebeşir ya da benzer bir kalem ile orta boyda bir daire çizer. Bu daire büyücünün manevi dünyaya geçiş yapacağı ve fizik kanunlarının geçerli olmayacağı alanı temsil etmektedir. Ayine başlayan büyücü daha önceden ezberlediği şekilde Kutsal olduğu varsayılan İbranice sözcükleri söylerken ön görülen el kol hareketlerini uygular. Uygulamasının sonunda bu dünyanın dışında bir boyuttan çeşitli yaratıkları dünyaya davet eder. Başarılı olduğu taktirde gelen yaratıklar, kendi büyü güçlerini kullanarak büyücüye saldırır. Büyücü iradesini kullanarak yaratıkların yaptığı oyunlardan kurtulmaya çalışır. Bunda da başarılı olduğu taktirde bu yaratıkların lideri olan ve yüksek güçlere sahip bir yaratığı çağırmaya başlayarak ritüel'ine devam eder. Bu noktada, gelen yaratık büyücünün iradesini ödüllendirmek için kendisini yönlendirmesine izin verir. İstediğini alan büyücü yaratıkların kendi boyutlarına dönmelerini ister. Çoğu zaman bunu kabul etmeyen ve kalmayı kabul eden yaratıklar kovma ayini ile kendi boyutlarına geri gönderilir ve ayin tamamlanır.

Kabala ünlü uygulayıcılarının birçoğu deli ya da sapık olarak nitelendirilen kişiler. Bütün bu büyü teknikleri basit ve çocuksu görünse de ; binlerce yıllık bir tarihe ve halen dünya çapında yüksek sayıda uygulayıcıya sahip.

23 Ağustos 2005

Döngüsellik

"Var olan her süreç, döngüsel bir yol izler ve kendi gelişimini tamamladığında başlangıç noktasına geri döner."

Çok büyük bir genelleme ve doğruluğundan emin olmak gerçekten çok zor. Bunun için direkt olarak bir kaç örnek ile başlayalım. Örnekler :



1. Yaradılış Süreci :
a) Topraktan oluştuk
b) Toprak üstünde yaşam sürdük
c) Hepimiz tekrar toprağa döneceğiz

2. Yaşam Süreci :
a) Basit, tutarlı davranışlar gösteren, yardıma muhtaç bir varlık olarak dünyaya geldik
b) Komplike bir yaşayış sürdük
c) İlk doğduğumuz halimize geri döndük

3. Düşünce Süreci :
a) Konu hakkında basit ve anlaşılır 1-2 cümlelik bir ön bilgi oluşturduk
b) Bilgimizi sürekli arttırıp kapsamlı, karışık, kimi zaman çelişkili bir fikre dönüştürdük
c) Basit, anlaşılır ve tutarlı 1-2 cümlelik bir cevaba ulaştık (bu 2 cümle, en baştakilerle tamamen aynı cümleler bile olabilir!)

...gibi benzer süreçler olabilir. Burada en önemlisi düşünce süreci çünkü sahip olduğumuz düşünceler ve fikirler bütün dünyayı şekillendiriyor. Örneğin Newton yer çekimini bulduğu için dünyayı bu şekilde algılıyoruz. Belgesellerden edindiğimiz fikirler sayesinde "denize" baktığımız zaman sadece bir renk görmüyoruz, bir dünya görüyoruz. Düşünce süreci bütün dünyayı algılama biçimimizi belirlediği için çok önemli. Böylece tüm düşüncelerimiz ve algılarımızın belli bir evrim sonucunda en baştaki basit haline dönüyor olduğu fikri gerçekten çok ilginç. Birkaç örneği daha değerlendirelim. Bu sefer evrensel kavramlar yerine biraz daha detaylı ve yaşamın içinden kavramlar olsun :

1. ABD Uluslarası Politikası
a) Sürekli sağa sola savaş açtığı için kötü yönetildiğini düşünüyorum. Bu sistem değişmeli.
b) Bush seçimlerde hile yaptı ve kendi halkının isteği dışında başkan seçildi. Zaten hiç akıllı biri değil. Bütün Amerikan halkı kendi başkanlarının bir mongol olduğundan bahsediyor. Kötü iç yönetimini bastırmak için sürekli savaş açıyor. Tabii diğer önemli neden de petrol. Petrol için birkaç bin bebeğin üzerine bomba serpiştirmek umurlarında değil. Ama sadece bush'u suçlamak haksızlık olur. Bush yerine hangi başkan gelirse gelsin derin devlet aynı politikaları tam olarak aynı şekilde uygulayacaktı. Geçmişte derin devlete karşı çıkan cesur bir başkan öldürüldü. Hangi yeni başkan sonunun JFK gibi olmasını ister. Aslında WTC'yi yıkan da Amerika'ymış. El Kaideyi Amerika uzun süredir besliyordu. Şimdi de maşa olarak kullandı. Böyle bir süreç olmasaydı Amerika Irak'a saldıracak bir neden bulamazdı. Aslında Usema Bin Ladin ailesinin, Bush'ın babası ile ticari anlaşmaları ve ilgileri mevcut. Hatta Bush ile Bin Ladin uzaktan akrabaymış...(Sonu gelmez şekilde devam eden fikirlerimiz var.)
c) Amerika tamamen çıkarcı ve ezici bir dış politikaya sahip. Bu sistemi sadece Amerikan halkının yapacağı bir başkaldırı hareketi ve ulusal düzeyde bir başkaldırış durdurabilir.

2. Türk Kültürü
a) Zengin bir kültürümüz var ama kötü yönlendiriliyor
b) Şuyumuz da böyle buyumuz da böyle. Avrupa'da böyle. London'da böyle. Doğulular yüzünde böyle oluyor. Ama doğulular n'apsın onlara eğitim verilmiyor. En büyük eksiğimiz eğitim. En büyük eksiğimiz sağlık. En büyük eksiğimiz barış (PKK) Eğitim şart. Ezelim bölücülerin başlarını. Kültürümüzü koruyalım. Dilimiz çok önemli, dilimizi muhafaza edelim......(Sonu gelmez şekilde devam eden fikirlerimiz var.)
c) Çok büyük ve güçlü yönlerin yanında, çok büyük zayıflıkları da olan bir kültürümüz var. Zaman içerisinde hangi yönde şekillendiğini hepbirlikte izleyeceğiz.

Bu kadar örnek bile hala çok fazla soru bırakıyor.

- Bu sadece süreçlerin iniş çıkış davranışı ile hareket ettiğini gösteren basit bir sonuç mu ?
- Her sürecin başı ve sonu her zaman aynı mıdır ?
- Böyle olsa bile bu bilgi nasıl işimize yarar ?
- Her sürecin baş ve sonu aynı ise direkt olarak son sürece atlayabilir miyiz ?
- Ara süreçleri atladığımızda bu hayatı sıkıcı ve çekilmez bir rutin içine mi sokar ?

Şuan "döngüsellik" fikri benim için, başlangıçta sahip olduğum basit durumundan çok daha karışık ve kafamda öncekinden çok daha fazla soru var. Daha basit, anlaşılır bir sonuca ve cevaplara ulaşmayı umuyorum ama bu sefer olmayacağı açıkça belli. Belki başka sefere.

17 Ağustos 2005

Yeniden Çerçeveleme

Yani bakış açısının yönlendirilmesi..."Bardağın boş tarafı ile dolu tarafı" olduğundan haberdar olmayan ve "Ben sadece tek bir taraf görebiliyorum" diyen tek bir kişi bile yoktur aslında. Her insan biraz pesimist ve biraz optimisttir. Bazıları ölçüyü biraz kaçırsa da herşey kendi kendine, iyi-kötü bir patern içerisinde devam ediyor.

Buradaki sorun bu dengenin bizim kontrolümüzün tamamen dışında olması. Yani ne zaman optimist ne zaman pesimist bakacağımıza biz karar veremiyoruz. Bu tabi, insanın kendine hükmedebilmesi gibi geniş bir konuya varıyor ama bakış açısının kontrolü gerçekten çok önemli.

Bunun önemi 3. kişilere yaptığımız çerçevelemede kendini daha iyi belli ediyor. Hepimiz, hergün karşımızdakinin bakış açısını değiştirmeye çalışıyoruz :

Anne-Babaya : "Anne, vazo kırıldı ama bak zaten çok kötüydü yeni bişey alırız"
Çocuğa : "Herkes bu çocuğa geveze diyor ama belki de çok zeki ve söyleyecek çok fazla şeyi var" ya da sessiz ise "Hiçbir konuda fikri yok gibi görünüyor ama aslında çok iyi bir gözlemci"
Arkadaşlara : "Ben gelemeyeceğim ama zaten tatsız bir günümdeyim bensiz daha iyi eğlenirsiniz"
Müşteriye : "Fiyatı çok yüksek olduğundan hatalı bir seçim gibi görünebilir ama düşük yakıt tüketimi ve düşük yedek parça fiyatları ile sizin için çok kazançlı bir seçenek."

Herzaman karşımızdaki farklı bir bakış açısı işaret ederken bunu kendimize yapmak için hiçbir çaba sarfetmiyoruz :

Sınavı kazanamadım --> Bir sonraki sınava kadar daha çok zamanım olacak ve dahaiyi bir sonuç alabilirim.
İyi bir arkadaşım ile tartıştım --> Bu konuları açığa kavuşturmamız yararlı oldu. 4-5 gün görüşmeye ara vermemiz ikimiz için de rahatlatıcı olacak.
Yaptığım işte kötü bir hata yaptım --> Bu hatayı daha önce yapmayan herkesden bir adım öne geçtim.
İş görüşmesi kötü geçti --> Kazandığım bu iş görüşmesi deneyimi ile daha ciddi bir firmadaki görüşme sırasında diğer birçok kişiden daha rahat ve kendime güvenli davranabilirim.

Bunların hepsi doğru ve cümleler tam ters yönlerden olumsuz bakış açılarında söylendiğinde de yine hepsi doğru olacak. Yani her durumun iyi ve kötü sonuçları vardır ve bunlar bütünü ile kabul edilmelidir. Yapılması gereken kötü olanlarını gözardı etmek değil (ki buna polyannacılık deniyor ) bu olumsuz sonuçların bana nasıl olumlu etkiler yaptığını farkedebilmek. Bu olayın hem kötü hem de iyi sonuçlarının farkındayım ama olumsuz sonucların üzerinde durmak benim için hoş değil. Bu yüzden bunları hızlı bir şekilde ileri sarıp bir sonraki sefere bunların bana ne kadar yararlı olabileceği üzerinde durabilirim.

İnsan sevgisinin de ilk şartı olumlu bakış açısı olmalı. İlk defa gördüğüm birisine olumlu bir ilk izlenimle yaklaşmak, çok yaşlı ve hasta bir kadının çok güzel bir yüzünü farkedebilmek, herkes ile tartışan ve insanları kendinden uzaklaştıran birisine ; temkinli belki biraz acıma duygusu ile karışık bir sevgi duymak, içten içe daha iyi bir hayatı olmasını dilemek... Hepsinin ön şartı, olumlu bir kişisel çerçeve içerisinden bakabilmek değil mi ?

09 Ağustos 2005

Beden Dili

Beden dili yapılacak değil okunacak birşey tabii ki. Hani "Şöyle bir beden dili" uygulayayım demiyoruz hiçbir zaman. Beden dili sadece diğer insanlardan okunur, gözlemlenir ise yararlı olabilecek birşey. Bu da ilk planda empati sağlıyor ki yine de "Hmm kollarını bağlamışsa demekki savunmaya geçmiş" gibi bir bilgi günlük hayatta çok da kullanışlı olmuyor. Hatta bir çok insan beden dili eğitimi almış ya da en azından bir iki şey okumuştur ama henüz pratik anlamda kullanabilen bir kişiye bile rastlamadım.

Araştırmalara göre kişiler arasındaki iletişimin sadece %7'si kelimeler aracılığı ile gerçekleştiriliyor. İletişimin %38'lik kısmı ise sesin tonu aracılığı ile gerçekleştirilir. Birisi bize ismimizle hitab ederken kullandığı ses tonunu gözlemleyerek ; arkasından kuracağı ilk birkaç cümleyi önceden tahmin ederiz çoğu zaman. Hatta bir çok kereler "Evet" evet anlamına gelmez ve bunu farketmemizi sağlayan tek şey yine ses tonudur. İletişimin en büyük kısmı olan %55'i fizyoloji ile sağlanır. Mimikler, el-kol hareketleri, gerginlik, hızlı göz hareketleri, hızlı ya da yavaş konuşmamız iletişimde kelimelerle ifade ettiğimizden çok daha fazlasını anlatır.

Peki bu bir çoğumuzun az çok bildiği ama hiçbirimizin uygulayamadığı beden dili nasıl işe yarar ve bu bilgiyi pratik olarak kullanmanın herhangi bir yolu yok mudur ? Aynalama tekniği beden dilinin kullanılabilir bir parçası olabilir.

Aynalama, karşımızdakinin beden dilini aynen tekrarlamak anlamına geliyor. Amacı ise iletişimi güçlendirmek. Çoğunlukla ortak yönlerimizin fazla olduğu kişiler ile arkadaşlık kurarız. Bize en azından birkaç yönüyle benzeyenleri seçeriz. Aksi taktikde tamamen yabancı bir insan gibi gelir karşımızdaki. Bize benzeyen bir kişi ise daha ilk birkaç saniyede yakın gelir bize.

Aynalama yapmak ise hiç de zor değil. Hepsi değil beden dilinin küçük bir kısmının aynalanması bunun için yeterli. Başlangıç için ses tonu ve konuşma şekli bile işe yarayabilir. Eğer karşımızdaki kişiye benzer bir ses tonu ve ritmiyle konuşursak bu mutlaka ilişkilerimizi güçlendirecektir. Daha sonra duruş şekli, bakışlar ve mimikler aynalanabilir. Bu daha çok birebir konuşmalarda arkadaşlarımızla ilişkilerimizi güçlendirmek için kullanabileceğimiz bir yöntem. Ama eminim satış/pazarlama teknikleri olarak eğitimleri mevcuttur.

Aynalama tekniği başlangıçta çok radikal, hatta saçma gelebilir. Fakat hepimiz bilmeden bu yöntemi uyguluyoruz. Tek farkı bunu sadece kelimeler ile uyguluyoruz. Sevdiğimiz bir kişinin bahsettiği şeyi onaylama eğilimi içindeyiz çoğu zaman. İlişkilerimizi sağlam tutabilmek ya da güçlendirebilmek için konuştuğumuz şeyleri aynı yönde tutmaya ve çatışmaları önlemeye çalışırız hep. Çok da başarılı bir yöntemdir. Bu doğrultuda beden dilini kullanmak bize bir çok yönden avantaj sağlıyor.

04 Ağustos 2005

Pratik Düşünmek

( İdealler ve Pratikler - 2 ) Hayyyyatta yapamadığım birşey pratik düşünmek. Özellikle de bu blogda. Eksikliğim olarak farkettim bir an için ve madem başlık "kişisel gelişim" ; ilk önce bunu geliştirmek lazım.

Düşünürken idealleri belirlemeye çalışıyoruz çoğunlukla. En büyük hatamız. Oysa gelişim mümkün olduğu kadar küçük aşamalardan oluşmalı. Ulaşamayacağım bir hedef hakkında neden düşüneyim ki ? Bunun yerine çok daha basit, kısa ya da orta vadede ulaşılabilir ve uygulanabilir bir hedef koymamız şüphesiz çok daha mantıklı olacaktır.

Kişisel gelişim amaçlı olarak pratik düşünmenin 3 önemli noktadan oluştuğunu düşünüyorum :

1. Kişisel kapasitenin farkına varmak
2. Gelişim aşamalarını mümkün olduğunca basit düzeyde ve kısa vadeli belirlemek
3. Bir gelişimi tamamlamadan diğerine geçmemek

Yalan söylemekten örnek vereceğim. Kişisel diyetime yalan söylememek gibi bir madde koyarsam uygulayabilecek miyim ? Kesinlikle hayır. Böyle bir şeyi uygulamam şuan için mümkün değil. Bu anlamda kişisel kapasitemin farkındayım.

Bu yüzden kişisel hedefimi şimdilik "sürekli gülebilmek" olarak belirleyebilirim. Sabah evden aynı saatte çıktığım komşuma gülümseyebilirim. Vapura binerken gözgöze geldiğim onlarca kişiye gülümseyebilirim. İşe vardığımda günaydın derken en içten gülüşümü kullanabilirim... Çok zevkli bir ödev gibi görünüyor. Çok kolay, çok yararlı. Hafif, belli belirsiz bir gülümsemeden kimseye zarar gelmez. Bunu 1 ay boyunca kendime hatırlatabilirsem, belki de hayatımın sonuna kadar böyle güzel bir özelliğim olur.

Felsefe böyle olmalı. Basit olmalı. Öz olmalı. Sonuca götürmeli. Din nasıl insanoğlunun elinde birçok anlamda yozlaşmışsa, felsefe de bu anlamda yozlaşmış belki. İnsanların mükemmel inanç sistemlerini işe yaramaz hale getirmeleri gibi işe yaramaz hale gelmiş belki felsefe de. Ve bu yüzden dinine bağlı birine nasıl çoğu zaman kötü gözle bakılıyor ise felsefeciye de öyle... Düşüncelerimi basitleştirmek şuan için yapabildiğim birşey değil ve yapabiliyor olsam bu konunun üzerinde durmam. Umarım yakında...

03 Ağustos 2005

Bilgi ve Mutluluk


Bilgi ve mutluluk arasındaki bağlantıdan bahsediyor birçok düşünür. Bazıları sadece mutluluk arayışının bile yeterli olduğunu söylüyor. Bazıları ise tam tersini yani bu arayışın mutsuzluk getirdiğini savunuyor. Mutluluk bizim elimizdeki bir parametre mi ? Yani ben mutlu olmak istediğim de olabilir miyim ? Basitçe evet. Sadece uygun paterni uygulamalıyım. Bazıları, olumsuz bir duruma geçeceğini farkettiği anda konuyu değiştirip olumlu şeylerden bahsetmeye başlar. Bu başarılı bir yöntem. Daha zor ama güçlü bir teknik; olumsuz bir konudan konuşmaya devam ederken bile olumlu kalmaktır. Eğer mutluluğun bir parametre olduğunu kabul ediyorsak zaten ulaşılması çok kolay bir hedef haline geliyor ve bir amaç olarak üzerinde çok fazla kafa yormaya bile gerek yok. Üzerinde uğraşmamız gereken şey bu iki strateji üzerinde sürekli daha fazla pratik yapmak olur.

Denkleme bilgiyi de kattığımızda, işler biraz daha karışıyor. Bilgi düzeyimiz ile mutluluk arasında nasıl bir bağlantı olabilir ki ? Anadoludaki okumamış ve tarlasından başka birşey düşünmeyen bir çiftçi ile şehirdeki işini seven ve araştıran bir psikolog arasında mutluluğu belirleyen genellemeler yapılabilir mi ? Karşılaştırılan insan tipleri belki çok mantıklı olmadı ama bu tip bir genellemenin yapılabileceğini düşünüyorum.

Çiftçiye baştan şöyle bir seçenek sunalım :
- "Hayata dair hiç birşey araştırma ve öğrenme. Sadece işini düşün. Bunun karşılığında ; çok zengin olacaksın. Çok sevdiğin bir ailen olacak. Ve çok sevdiğin komşuların olacak. "

Nasıl anlaşma ; daha ne isteriz ? Gerçekten çok zor bir seçim. Mantık evet diyor ama içeriden "Hayır, burada yanlış bir şeyler olmalı" diye bir ses geliyor. Sadece ben mi duyuyorum ? Yanlış olan şey bilgi olmadan sevgi de olmaz. Hadi çocuğu sevmek bir içgüdüdür ve hayvanlarda bile vardır. Eşin ve komşuların sevilmesi ise tamamen farklı bir hikaye. İnsan sevgisi kadar zor bir kavram yok ki. Bilgi olmadan buna asıl ulaşırız. Bu yüzden buradaki "..hiç birşey araştırma ve öğrenme" kısmı ile "..çok sevdiğin komşuların olacak" kısmı tamamen birbiri ile çakışıyor. Elimizde sihirli değnekle başladık hikayeye ama hikayelerde bile sevgi sihirle elde edilemiyor. Belki iksirle ;)

O zaman patern şöyle oldu : Bilgi -> Sevgi -> Mutluluk

Bilgi, iyi okullarda okumak anlamına gelmiyor ve bir dağın tepesinde oturup düşünülerek ulaşılabilecek birşey. (Bu yüzden yukarıdaki köylü-psikolog karşılaştıması yanlış anlaşılmamalı) Bilgi ise kendine güven sağlıyor. Kendine güven, insanları kıskanmadan ve anlayarak sevebilme yeteneği veriyor. Sevgi düzeyi arttıkça, iç huzuru yani mutluluğu arttırıyor.

01 Ağustos 2005

Kader Kavramı

Kader hepimiz için çok basit bir kavram gibi görünüyor. Nedir ; hiçkimse yapacaklarını değiştiremez. Peki benim karar vermem birşey değiştirmeyecekse aklım ne işe yarıyor ? Ben en iyisi hiç düşünmiyim nasıl olsa kaderim çizilmiş, yapacak birşey yok. Haa buna da bir cevap var, onu da orta okulda din kültürü ve ahlak bilgisinde öğrenmiştik. Sen elinden geleni yapacaksın ama gerisini Allah'a bırakacaksın. Bant burda kopuyor, basit, temiz, daha fazla kurcalamayalım. Ya da... Kurcalayalım be hoca duymaz.

Okulda mantık dersi öğretmişlerdi en azından bi kere kullanalım :

Kader herşeyin önceden bilinmesi anlamına geliyor. Hepimiz bazı şeyleri önceden bilebiliriz ama herşeyi bilemeyiz. Bazılarımız daha fazla şeyi önceden bilebilir. Daha fazla şeyi önceden bilenlerin bilgi ve zeka düzeyleri daha yüksektir. Bilgi ve zeka düzeyinin arttırılması daha fazla şeyi önceden bilmemizi sağlayabilir. Bilgi ve zeka düzeyimizi yeterince arttırabilirsek herşeyi önceden bilebiliriz.

Ahanda nebiçim bir sonuç çıktı. Yalnız 2. cümlede "...bazı şeyleri bilebiliriz ama herşeyi bilemeyiz" gibi birşey varken son cümlede "...herşeyi önceden bilebiliriz" e ulaştık. Bu ne çelişki ? İlki gerçekçi, ikincisi ise teorik bir yargı. Teorik olarak kendimizi yeterince geliştirirsek bu gelişimin sonucunda varacağımız noktada herşeyi biliyor oluruz. Pratik olarak ise insan beyninin böyle bir düzeye ulaşması mümkün değil. Hani arabaların teorik hızı gibi birşey.

Başka bir örneği birkaç filmden verebiliriz. Azınlık Raporu (Minority Report) 'da topun yuvarlanarak düşmeden önce tutulduğu sahnede olay tam olarak kadere bağlanıyordu. Kader çoğu zaman insanlara bağlansa da ; nesneler de fizik kuralları içerisinde, önceden kestirilmesi çok kolay olmayan davranışlar gösterirler. Burada topun düşeceğinin bilinmesi belirli bir bilgi ve zekanın kullanılması ile geleceğin tahmin edilmesiydi. Aslında bu durum sadece bir tahmin değil, fizik kuralları çerçevesinde belirlenen bir neden sonuç ilişkisi. Benzer bir şekilde PI isimli filmde o kaçık herif bu fizik kurallarını kullanarak evrenin formülünü bulmaya çalışıyordu. Evrenin formülü ise herşeyin başının ve sonunun önceden bilinmesini sağlayan bir formül. Yani kader sadece bilimsel bir formül mü ? Aslında evet, bu kadar basit. Ama birisi formülü bize fısıldasa anlıcaz mı ? Anlasak yarınki lotoyu bilecek şekilde basite indirdeyip, anlamlandırabilecez mi ?

Hah şimdi kader şöyle bi şey olsa gerek :

- Bilim adamı için evrenin formülü
- Felsefeci için herşeyi bilecek bilinç seviyesine ulaşılması
- Din adamı için alın yazısı (yazgı)

Şimdi bilim adamı ve felsefeci için daha cool sonuçlara ulaştık ve din adamı muhtemelen tatmin olmayacak. Ama aslında hepsi tamamen aynı noktada buluşuyor. Hatta din adamı kader gibi gizemli bir kavramın varolduğunu bilim adamından birkaç bin yıl önce farketmiş. Bilim adamı ise daha bundan 20 yıl önce farketti ve acemi bir heyecanla tanrıya meydan okumaya başladı. Muhtemelen de sakata gelecek haberi yok.

Din adamının ise çoğu zaman yanlış anlaşıldığı nokta kaderin insan aklına yer vermiyor olduğu fikri. İnsan aklını kullanıp kendi seçimlerini yapar ama felsefeci ve matematikçinin de yapılabileceğine inandığı şeyi ilahi bir güç yaparak bunların hepsini daha en başından bilir. Hani formülü biliyorsak geriye değişkenleri yerine koymak kalır ki ; din adamının savunduğu şey bunu insan evladının yapamayacağı ve sadece ilahi bir gücün yapabileceği. E yanlış da demiyor hani.

31 Temmuz 2005

Aşk Stratejileri

Erkek eve gelip “Seni seviyorum tatlım” dediğinde kadın, “Yo hayır sevmiyorsun” der. Erkek de “Sen neden bahsediyorsun? Sen bunu nasıl söylersin?” der. Kadın da muhtemelen “Konuşmak kolay. Bana artık hiç çiçek getirmiyorsun. Hiç yemeğe çıkarmıyorsun. Bana asla eskisi gibi bakmıyorsun" diyebilir. Erkek de "Bakmak da ne demek? Seni sevdiğimi söylüyorum ya" diye cevap verebilir. Kadın artık sevildiğine ilişkin derin hislerin deneyimine sahip olmayacaktır, çünkü onun hislerini tetikleyecek derin uyarıcılar, kocası tarafından artık ona tutarlı bir şekilde gönderilmemektedir.

Yukarıdaki olayın tersini düşünelim. Erkek görsel, kadın işitsel olsun. Erkek eşine olan sevgisini bir şeyler alarak, yemeğe götürerek ya da çiçek göndererek gösterebilir. Bir kadın kocasına "Sen beni sevmiyorsun" der. Erkek şaşırır ve "Nasıl böyle söylersin? Sana aldığım şu eve bak, seni götürdüğüm yerlere bak" der. Kadın, "Ya, fakat sen bana asla beni sevdiğini söylemedin" der. Erkek de kadının stratejisiyle uyuşmayan bir tonda, "Seni seviyorum" diye bağırır. Sonuç olarak kadın sevildiğini hissetmez.

Tüm zamanların en yanlış eşleşmelerinden biri olan, dokunsal bir adamla görsel bir kadın örneğini inceleyelim. Adam eve gelir ve eşini kucaklamak ister. Kadın, "Bana dokunma, beni daima bir eşya gibi kaldırıyorsun, bütün yapmak istediğin kalçalarımdan tutup sarılmak. Biz niçin bir yerlere gitmiyoruz? Dokunmadan önce bana bir bak" der...

(Anthony Robbins)

28 Temmuz 2005

Yazar Neden Yazar

Ofisten birkaç arkadaşla ilginç bir tartışmamız oldu bugün. Bir kitaptan 2 adet cümle üzerinde 1 saat kadar tartıştık ki sonuç olarak daha yazarın ya da kitabın ismini bile bilmiyorum :) [Buldum ! Oruç Aruoba] Mutlaka daha fazla okunmaya değer.
Bakalım ne kadarı kalmış aklımızda :

Bağımlılıklar

Bu arkadaş doğduğumuzda tamamen bağımlı olduğumuzu ve bu bağımlılığı öldüğümüzde tamamen sıfırlamamız gerektiğini söylüyor. Genelde bildiğimiz şeylere oldukça ters çünkü insan doğduğunda saftır şeklinde düşünürüz hep. Yanlış gibi görülmesine rağmen oldukça gerçekçi. Doğduğumuzda saf olduğumuz iddiası oldukça iyimser ve teorik bir durum olmasına karşın, daha doğduğumuz ilk günlerden beri hatalı kişilik gelişimi ile her anlamda kötüye doğru giden bir ilerleme ( bkz. Gelişen İlerleme ) gösteriyoruz.

Gelişen İlerleme

İlerleme ile gelişme farklı kavramlar olarak ele alınabilir. Her insan bir yol üzerinde ilerler fakat hiç gelişmeden ilerliyor olabilir. Mesela iyi bir yol üzerinde gidip gelişmemek de mümkündür. Ya da kötü bir yol üzerinde ilerleyen ama çok iyi gelişmeler kaydeden bir insan olabilir.

Yazar Neden Yazar

Konuştuğumuz son konu yazarların neden bu tip saçma sapan konulara girerek aklımızı bulandırdığıydı :)

"Herkes kendi açısından görüp farklı anlamlar çıkarsın diye" gibi birkaç fikirden sonra güzel bir yerlere geldik ve kişisel olarak ulaştığım sonuç kişinin bilinç altını bilinç düzeyine getirmesi ihtiyacıydı.

Birçok çözümü bizim için bilinçaltımız buluyor. Bir çok kişinin bildiği bir yöntemdir : Kafanızı kurcalayan bir problem var ise ve çözmekte zorlanıyorsanız yatın ve büyük bir ihtimalle sabah kalktığınızda çözümünü bulmuş olacaksınız. Kendi mesleğim olan bilgisayar programcılığında karşılaştığım, birçok kereler denediğim ve başarıya ulaştığım strateji. Açık ki ; aldığım cevabı bilinç düzeyinde bulmadım. Bilinç altım benim için gerekli çözümleri buldu.

Bilinç altı sadece biz uyurken değil gün içinde bilinç ile birlikte de çalışıyor ve birçok konuda ihtiyaçlarımızı karşılıyor. Bilinçaltının içimizdeki hafif bir müzik gibi bize sürekli birşeyler fısıldıyor. Onun dediklerini yapıyoruz ama birisinin bize fısıldadığının bile farkında olmuyoruz ve tam o anda bilinç düzeyine çıkıp amacına ulaşıyor. Kimi zaman bize yardımcı olarak kimi zaman istemediğimiz şeyler yaptırarak.

Yazarın da bu şekilde yazdığını düşüyorum. Bilinç düzeyinde nasıl yazıyım ne yazıyım derken bilinç altında fısıldanan yüzlerce sesten birisine kulak veriyor ve kaleme döküveriyor. Bu sadece kitap yazmak anlamında değil. Bir öğrencinin ders dinlerken ; dikkatini dağıtan bir düşünceyi, dinlediği müzik grubunu, aklına gelen bir sözü ya da kız arkadaşını bilinç altından bilinç düzeyine çıkarabilmek için bir araç olarak kullanıyor defterinin son sayfasını.

Yazarın aklına çok daha fazla şey geliyor ve bunları yazı gibi bir araç olmadan bilinç düzeyine çıkarması mümkün değil. Birini seçip, yazıya döküyor. Aslında zaten bildiklerini yazıyor gibi ama ilk defa bilinç düzeyine getirmiş. Daha önceki deneyimleri, yaşadıkları, bilinç altında düzensiz bir yığın halinde. Yığının en altında çok değerli bir antika olabilir fakat etrafı derleyip toparlamak için sadece oturup düşünmesi mümkün değil. Her şeyi yazmalı. Herşeyi açığa çıkarmalı.

24 Temmuz 2005

İdealler ve Pratikler

Bir çok insan için sorun olduğunu sanmıyorum ama kendim için çok büyük bir sorun haline getirdiğim konulardan biriydi. Birkaç yıl önce birçok konuda ideali uygulamaya çalıştığımı ve hiçbir sonuca ulaşamadığımı farkettim. Bunun sonucu olarak ideallerin ve pratiklerin birbirinden kesin çizgiler ile ayrılması gerektiğine karar verip, kendimi buna göre yönlendirme çalıştım. Ozamanlarda, yani 19 yaşımda konuyla ilgili yazdığım birkaç şeye rastladım.

- İDEAL : Bilincimizi her türlü dış etkenden bağımsızlaştırıp, zihinsel gücümüzü arttırabiliriz.
- PRATİK : Bilinçdışı faaliyetlerimiz bilincimizden daha yüksek bir performans ile çalışıyor. Bunun sebebi bilincimizin kirli, paranoyak, çıkarcı, endişeli ve bağımlı ; şuurdışı davranışlarımızın ise saf olması. Bu gerçeği kendi yararımıza kullanmaya çalışabiliriz.

- İDEAL : Gerçekleri hiçbir zaman bastırmamalı ama bunların vere(bile)ceği üzüntüyü yok edebilmeli ya da ona karşı bilinçli bir hissizlik oluşturmalıyız. Yani üzüntü verici bir gerçek ile karşılaştığımızda kontrolü elden bırakmayıp, bilinçli bir şekilde tepki verdiğimizde üzüntüden uzak durmuş oluruz. Üzüntü ilkel bir tepkidir, sadece kontrolü kaçırdığımızda, gardımızı düşütdüğümüzde oluşur ve bizim adımıza yapmamız gerekenlerden en temel olanlarını gerçekleştirir. Önlem alır, savunma geliştirir. Ona fırsat bırakmasak üzülmeye gerek kalmaz.
- PRATİK : Üzücü olay gerçekleştiğinde gerekli sonuçlara ulaşıp olayı tamamen deneyimleyene kadar geçen kısa sürede üzülme duygusunu yaşamalıyız. Bu süre tamamlandığında ve olay tekrar aklımıza geldiğinde bizim için önemi kalmamıştır. Bizim için önemli olan kısım, çıkardığımız sonuç, aldığımız önlemler, vs.'dir. Eriği çekirdeği ile birlikte ağzımıza atıp, bir süre sonra çekirdeğini atmak gibi...

Savaş & Sevgi

Savaş ve sevgi, love and war, hatta make love not war tarzı sözler... Birbirinin tam zıttı iki kavram. Bu durum olması gereken değil olan durum. Yani aslında bu iki kavram birbirine karşıt olmak yerine tam anlamı ile iç içe olmalı.

İnsanoğlunun bildiği tüm felsefe ve dinler sevgi temeline dayalı. Evangelizm, İslam, Budizm hepsi derin bir huzur, bilgelik ve barışı yol olarak gösteriyor. Milyarlarca insan bunlardan en az bir tanesine önemli ölçüde bağlı iken ; dünyada bu kadar nefretin olması büyük bir çelişki gibi görülüyor.

Bütün bu inanç sistemlerinin erişilebilecek en üst noktası evrensel bütünleşme. Bir anlamda tanrısal bütünleşmeye varıyor. Hz. Muhammed, İslam'ın esasını : "Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyin" (bu en sevmediğiniz komşunuzu da içeriyor) şeklinde açıklamış. Hristiyanlığın günümüzdeki hali, hem insanlara hem tanrıya olan aşkı İslam'dan daha bile büyükcoşkuyla dile getiriyor. (Haleluya !) Budizmdeki 7 aşamanın en üst düzeyi de yine evrensel bilinç düzeyi ve bütünleşme (Ommmmm). Ve bu ortak bütünleşme amacı sevgi anlamına geliyor. Çünkü insan kendisi ile bütünleştiğinde kendisini sevmeye başlıyor, toplum ile bütünleştiğinde insan sevgisini kazanıyor ve evrensel bütünleşme ile evrendeki her bir varlık ; dolayısı ile evrenin yaratıcısı ile bütünleşiyor.

Buradaki can alıcı nokta, sevgi ve savaşın birarada olamayacağı gibi bir önyargı. Bu önyargı bütün inanç sistemlerinde yeralan, sevgi kavramını tamamen ortadan kaldıran, en önemli engel. Düşünün ki ; çevremizdeki insanları koşulsuz olarak sevmeye çalışıyoruz ve yakımızdaki bir kişi bize önemli ölçüde zarar veriyor. Bu huysuz bir akraba ya da sinsi bir meslektaş ya da hitler gibi bir yönetici olabilir ( Herhalde hepimiz bunlardan en az bir tanesi ile yaşamak zorundayız ! ) Peki tam uysal, uyumlu ve sevgi dolu bir kişilik gelişimi sağlamaya çalışırken bu olumsuz kişilik beni engellemez mi ? Çoğu zaman nefretimiz, öfkemiz, stres düzeyimiz günde birkaç defa artıp ; insan sevgisinden zerre bırakmıyor.

Gerçek ise çok farklı. Savaşmak zorunda kaldığımız en büyük düşmanımızı bile sevmek aslında o kadar da zor değil. İşte bu dinlerdeki ev büyük paradokslardan bir tanesinin çözümü. Sevgi ile savaş zıt anlamlı değil ! "Savaşma seviş" yerine "Savaşırken seviş !" ... Bu ise kendine güvenin sağlayabileceği aslında hiçte zor olmayan birşey. Hiç sevmediğiniz birisini gözünüzün önüne getirin. Size uyguladığı bir baskıyı, size bağırıp çağırdığı, sizi strese soktuğu bir anınızı düşünün. Şimdi sizin ona verdiğinizi tepkileri hatırlamaya çalışın. Bu huysuz olduğundan emin olduğunuz kişiye karşı kendinizden emin miydiniz yoksa kendi haklılığınızdan şüpheye düştünüz mü ? Birçok sefer bu güvensizliği duyuyoruz. Böyle bir durumda ya kendimizi heyecanlı bir şekilde savunmaya çalışıyoruz ya da karşımızdakine "sen de şöylesin, böylesin" şeklinde karşılık vermeye çalışıyoruz. Bazen de kendimizi tutup, çevremizdekilere "Bak bana şöyle böyle yaptı" şeklinde anlatıp haklılığımız konusunda onay almaya çalışıyoruz. Güvensizlik hepimizdeki en büyük eksiklerden biri.

Birde kendimize güvenimizin tam olduğu bir durumu düşünelim. Mutlaka kendimize güvenimizin tam olduğu zamanlarda olmuştur. Bu gibi durumlarda ise soğukkanlılığımızı koruruz. Karşımızdakinin söylediği yersiz ya da asılsız yargılara kısa ve güven dolu cümleler ile karşılık veririz. Hiçbir karşı saldırıya bile gerek duymayız. Belki konuşmamız bittikten 10 dakika sonra ona en ufak bir kızgınlık bile duymuyor oluruz. İşte sonuç ortada, kendimize güvenimizin olduğu durumda hem mücade vermeyi hem de öfkemizi saklamayı hatta sevmeyi becerebiliyoruz.

Kendine güven, insan sevgisinin yolunu açmaktadır. Eğer formül gerçekten de bu kadar basitse, bütün inanç sistemlerinin esasını uygulamamız hiç de zor değil.